TARİHSEL ÇEVREYİ KORUMA HAKKINDA



Şu veya bu şekilde tarih nesnesi olmuş ürünler, sosyolojik birçok anlamı bünyesinde barındırabilir. Kimi zaman da bir ulusun bir toprak parçasına sahip olup olmadığını, kalıtların çokluğu veya niteliği belirler. Bu sebepten bazı savaşlarda, göz dikilen asıl şey, hedef coğrafyadaki eski kalıtlar, rakip tarafın tarihi eserleridir.

Kenarında, çevresinde, bazen de içinde yaşayan topluma geçmişi ve süreğenliği hatırlatan bu tarih yapıtlarıdır. Tarihsel geçmişin kokusunu alabilecek, ona dokunabilecek yakınlıkta olan insan kendisini, tarih sahnesinde parlayıp sönen cılız bir yıldız gibi değil de izli, hatıralı ve bir süreğenliğin parçası olarak hisseder. Bu, toplumların sağlıklı kalabilmesi için çok önemli hatta elzemdir. Hatta belki de anıtsal mimari, yapıldıkları dönem olan geçmişte bile, bu kaygı ile günümüz için yapılmıştır.

İlginçtir, kendisini süreğen bir tarihin bir parçası gibi değil de, geleceğin içinde yaşadığını düşünüyor günümüz insanı. Bunu belki şöyle, belki de böyle açıklamak mümkündür lakin tarih boyunca her kültür, hep kendisini bir iz bırakıcı olarak hissetmiştir. Bizim de bu tiyatrodaki rolümüz “iz yok edici” veya “iz görmezden gelici” oluyor. Bu da kendimizi geçmişten tamamen kopuk, tek başına var olan bir gelecek gibi hissetmemizden ileri geliyor kim bilir…

Büyük ve çok farklı medeniyetlere ev sahipliği yapmış olan Anadolu, çok da zengin bir anılar manzumesini gerek toprak altında, gerekse üstünde barındırıyor. Onları bulup yaşatmak, değerlerine değer katmak, hak ettikleri saygıyı göstermek görevi de bizlere düşüyor. Peki, biz bu görevi yerine getiriyor muyuz?

Toplumların, kültür zenginliğinin onun geçmişinde saklı olduğunu ve o geçmişi yaşatmak, en azından saygı duymak ile de emanetçi olan toplumun daha köklü ve daha soylu olacağını söylemiştik. Nüfusun çoğunluğunun muhtelif ekonomik koşullar ile ezildiği bir coğrafyada, tarihi çevreyi korumak bir çeşit lüks gibi görülüyor olabilir. Tarihe saygı ve tarih nesnelerine itina işi burjuvazi bir eylem türü gibi görünüyor olabilir; bizim ülkemizdeki durum da bu belki… Unutulan ve de unutulmaması gereken çok önemli bir husus var ki, o da, kültürü zengin olan toplumların sürekli yükseleceği ve de bütünlük duygusu içine gireceği… Bir düşünün, bütün Anadolu’da son elli yıllık geçmişi bırakıp diğerini bir şekilde yok edin, bir nesil sonraya bile kalmadan her birey kendisini yapayalnız ve kaybolmuş hissetmez mi?

Türü ve kutsallığı her ne olursa olsun tarih nesnelerine saygı duymak ve korumak gerekliliği devletin her kesiminden herkesin savunduğu ve de “mış gibi” yaptığı bir eylem biçimi. Bunu, ne kadar samimi ve ne kadar teknik olarak hayata geçirdiği ise tam bir soru işaretidir.

Tanımlanması ve de üzerinde düşünülmesi gereken bazı kavramlar var… Yazı başından beri istemsizce, “yaşatmak”, “değerlendirmek” ve “kullanmak” gibi sözcükleri kullandım. Tarih kokusu olan her nesnenin korunması gerektiği bir tartışma konusu değilse de bunu yapış biçimi ve bu kavramlar arasındaki çizgiler ve farklar konusunda çeşitli düşünceler vardır.  Ben, bu düşünce çeşitliliğini değil kendi fikirlerimi sunmak istiyorum.

Diğer yönlerden kıymetini göz ardı ederek, en erken kaç yıllık bir geçmişe tarih diyebiliriz? Söz gelimi, çocukluğumuzdan kalan küçük bir hatıra bile çok değerli olabilmektedir. Seksen yıllık bir insan ömrü için “eski” denen şey, en erken yaklaşık ellinci yıla dayanıyorsa, toplumlar için bu, en erken yüz yıl gibi bir süre öncesine dayanır. Yani 2010 yılı için, 1909’dan öncesi tarihtir!

Elbette ki bu, herhangi bir artı değeri olmayan bir tarihi nesne içindir. Örneğin filanca savaşı görmüş bir bina veya falanca liderin kaldığı ev için bu süre yüz yıldan da kısa olabilir.

Bunun ötesinde, değerlendirmek hakkında hiç de anlayamadığım bir şeyi söylemek istiyorum. Tarihi bir binayı, yeni bir işlev ile canlandırmak, onun eskime hızını arttırmak değildir de nedir? Korumak dendiği zaman, benim zihnimde beliren görüntü, bir müzede, cam bir fanusun içindeki nesnedir.  Örneğin bir gün, Nuh Peygamber’in gemisi bulunmuş olsun. O gemiyi onarıp, denize açılmak gülünç geliyor ama nedense söz konusu bir mimari nesne olduğu zaman hemen içine giriveriyoruz. Adına yaşatmak diyor ve yaptığımız şeyi bir koruma faaliyeti sanıyoruz. Buna kızanları da, tarihe karşı saygısız olmakla suçluyoruz.

Demiyorum ki eski camilerimizin içinden derhal çıkalım ve onları yalnızca bir heykel gibi bakalım; uzun bir kullanımsız evre geçirmiş olan tarihi nesneleri, eski amacının tamamen dışında ve de üstelik hor bir biçimde kullanmaktan bahsediyorum.

Bir diğer konu da restoratörlerin aldığı eğitim ile ilgilidir. İyi bir restoratör, sadece tekniğe hâkim ve tarih hakkında bilgili bir kişi olmaktan da öte, bir takım mimari reflekslere sahip, gerekli durumlarda da tasarım inisiyatifini estetik olarak hayata geçirebilen bir meslek adamı olmalıdır.  Restoratör mimar ve restoratör ikilemini tamamen ortadan kaldırarak, doğru tasarım kriterlerine hâkim, çeşitli projelerde yer almış restoratör mimarlar yetiştirilmedir. Ve bu işi yapan herkes aynı profesyonel eğitimden geçmelidir.

Nasıl, küçük bir duvar kalıntısı sadece eski olduğu için değerli sayılıyorsa, tarih boyunca yapılan bütün onarım ve dönüştürme çalışmaları da tarihi sayılmalıdır.  Akla gelen ilk örnek elbette ki Ayasofya’dır. Ayasofya bir kilise midir, cami midir, müze midir? Ayasofya’yı müze yapan şuur yakın tarihtir, cami olarak kullanan ise tarihin bizzat kendisidir. Ona kilise demek veya müze olarak kullanmak, kendi ülkemizde emanet oturmak, misafir gibi davranmak değildir de nedir? Konu gerçekten de tarihe saygı ise, tarihe tarihin yaptığı müdahaleleri yok saymamalıyız.


Bir de, onarım çalışmalarında, onarımcının kendisini ne kadar hissettirmesi gerektiği konusu var. Aslında iki önemli sınırdan dışarıya çıkmamak gerekiyor. Birincisi, müdahaleci kendisini tamamen gizlerse veya bunu yapmaya yeltenirse, bu, yavan bir taklitten öteye geçmez ve de aslında, asla bir koruma/onarma faaliyeti değildir. Yani birincisi, onarımcı kendisini hissettirmelidir. Hissettirme dozajını ayarlayamaması ise, ikincisidir. Yeni olan, eski olanı bastıracak derecede baskın malzeme, tasarım kararları ve uygulama biçimiyle ortaya çıkarsa, bu da bir cinayettir. Belki de, tarih nesnesinin eski, yani onarımdan geçmemiş olan haline ait bir fotoğraf, bir tanıtım yazısı ile birlikte teşhir edilmelidir.


Ailesi olmayan bir çocuğun kendisini sahipsiz hissetmesi gibi, geriye dönüp baktığında, bir şey göremeyen bir toplum da sahipsiz ve yalnızdır. Atalarının izlerini göz menziline alamayan kişi, uzun bir olaylar silsilesinin son halkası değil de, yerden bitmiş veya uzaydan düşmüşçesine tek bir noktacıktır. Restorasyona dair iyi örneklere, korunmuş tarihi çevreye tanık olduğumuz kadar, o ruhtan kendimize pay çıkarırız aslında.  Toplumun, bu konuda duyarlı olmasını temenni eden devlet, iyi ve doğru çalışmalar yapmalı ve de bunu halka sunmalıdır. Korunmuş bir tarihi çevrede yaşamaya alışan insan da, tarihi korumaya ve ona saygı duymaya başlayacaktır. Belki de ilk iş, halka kendisini, uzun bir tarihin devamı gibi hissettirmesi gereken devlete düşmektedir. 

EMRE TİMUR

Yorumlar

  1. Yeşim Teke'nin güzel kalemi ile yapılan harika röportaj.
    Hazırlanış ve sunuştaki kalite,
    Sevgili MehmetMahzun Doğan'ın naifliğine bilgi birikimine ve kişiliğine oturan şekilde olmuş.
    Mahzun'u bir kez daha yakından tanımış olduk.
    Teşekkürler Yeşim Teke.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder