İNSANI AŞMAK





Bir çılgınlığı yaşıyoruz. Tüm insanlık, hep beraber yaşıyoruz bu çılgınlığı hem de. Tüm yeryüzü bir tımarhane bahçesiymişçesine koşuyoruz, çalışıyoruz, uyuyoruz, çoğalıyoruz, tepiniyoruz, savaşıyoruz, ölüyoruz. Gündelik bile sayılmayacak, ömürleri yirmi dört saati geçmeyen telaşlar ve kavgalar içinde debeleniyoruz. Sonra mesela dünden biraz telaş kalmış, onu prova ediyoruz kafamızda. Yarın için de bir yığın kaygı hesabı… Avucumuzun içinde terlemiş azıcık bir sabrımız var, onu da düne ve bugüne dağıtmışız, yaymışız. Bugünde ne var? Hiç… Düğmeye basmak var.
Sonra mesela ağızlarımızın kenarında bir takım cevaplar var. Hayali sorulara verilen cevaplar… Biz kimiz, neyiz demeden cevaplar bulmuşuz ve iliştirmişiz çenemize. Peki, biz kimiz?
Sorular nerede ki cevaplar veriyoruz? Şöyle adam akıllı bir tane sorusu olan varsa doğrulsun da sorsun. Ayağa kalksın da cevaplarımıza uygun sorular sorsun. Hani biliyormuşuz ya her şeyi… Parayı, dünyayı, kadını, siyaseti ve Tanrıyı… Hani üç bin yıllık kafa çatlatmalara, beyin yakmalara verilecek harika cevaplarımız varmış ya. Biri çıksın da desin ya işte biz kimiz?
Say say bitmez, yedi milyar insancık uyanıyor her gün; yapması gereken robotluğa koşuyor, yapıyor ideal kuklalığını, sonra dönüp tekrar dinlenmek için zıbarmalara dalıyor. Koşuyor, koşmazsa yarın düzgün çıkmaz robotluğu. Efendim şimdi diyorlar ki, Japonlar bilmem ne yapan robotu icat etmişler! Hayır yanlış! Söylediğin her şeyi yapan robot çoktan icat edildi: insan! İnsan, buhar makinasının icadından sonra robot olmuştur artık. Sanayi devrimi insan üzerinde yapılmıştır. Ha belki önceden de robottu da, bu kadar iyi çalışmıyordu. Buhar makinası, insanın eksik(!) olan yazılımına gelen güncellemedir.
İnsan… Anlat anlat bitmez. Nedir, ne değildir? Şöyle dünyaya uzaktan bakınca en çok da koyuna benzemektedir. Bir şeye daha benzer insan. Dr Mutluhan İzmir der ki:
“Bugün, kitlesel olarak doğal yaşam ortamından kopartılmış ve edilgen biçimde yaşatılan iki canlı türü olan tavukların ve insanların, yaşamlarını idame ettirebilmeleri için antidepresan ilaçlara ve kafeine en çok gereksinim duyan iki canlı türü olmaları garip bir benzerlik değil midir?”
Evet, insan kopmuştur doğal yaşam ortamından. Önce apartmanlara, sonra da sosyal medya hesaplarının içinde yaşamaya başlamıştır.
İnsan bu mudur? Bu kadarcık mıdır? Yoksa talip olduğu başka pınarların suyu da var mıdır? Mana… Bir mana var mıdır deruni planda? Yalnızca kaba plastik, karton bir heykel midir? Değeri, yaptıklarının toplamından mı ibarettir? Nietzsche der ki:
“İnsan, hayvan ile Üstinsan arasında gerili duran bir iptir, uçurumun üzerinde duran bir ip... İnsanın büyüklüğü onun bir amaç değil de bir köprü olmasıdır. İnsanda sevebileceğimiz şey ise, onun bir geçiş ya da düşüş olmasıdır.”
Yani Nietzsche, insanın aşılması gereken bir şey olduğunu söylemiş. Olunması gereken bir şey değil…
Bir kedi düşünün. Bir başka kediden üstün olsun. Bu ne ile olur? Ya da aşağı olsun mesela değeri, ama nasıl? Bir kedi nasıl yükselir veya alçalır? Yoksa bir kedi hep aynı değerde midir? Öyle bir şey söyleyin ki insanda olsun da hayvanda esamesi olmasın? Nedir bu haslet?
Yükselebilmek ve alçalabilmek potansiyelidir! Ve dünya üzerinde, dünya tarihi boyunca doğmuş, ölmüş ve yaşayan tüm insanoğlu aynı potansiyele sahiptir. İnsan olmanın tanımı icabı sahiptir. Alçalabilmenin hududu şeytandır. Çünkü şeytan eksi sonsuzdur.
Yükselebilmenin hududu da tek dinin son peygamberidir(s.a.v.). Arada iki derece: hayvan olmak ve melek olmak… Şeytan olmaktan kötüsü yoktur çünkü günah işlemeye uyurken ara veren insanlara nispet, şeytan ara vermez, devam eder. Hayvan olmak şeytan olmaktan iyidir çünkü hayvanlar günahsızdır. Melek olmak hayvan olmaktan iyidir, çünkü hayvanlar akılsızdır. Peygamber olmak melek olmaktan iyidir çünkü melekler nefissizdir. İnsan olmak hepsinden zordur çünkü hem akıl sahibi hem nefis sahibidir. İşte insanın sahip olduğu bu iki tözü öyle bir karıştırırsın ki ışıksız bir siyah alevde sonsuza kadar böğürmeye mahkûm edilir. Ya da karışımın, o kişiyle tokalaşmak için melekleri sıraya sokar.
Yani alçakların en alçağı, yani “Esfeli Safilin” ve yükseklerin en yükseği yani “Eşrefi Mahlûk” olmaya namzet, memur ve muktedir bir insanlık… İşte insan budur.
Akıl dedik… Muhakeme sahibi olmak… Yani doğru ve yanlış arasındaki farkı ayırabilecek bazı enstrümanlara sahip olmak. Doğuştan gelen bilgiler, (duyularla ve duyusuz) sonradan edinilen bilgiler, bu bilgileri işleyip değerlendirmeye sokacak bir akıl ve sezgi. İşte insan bu araçları kullanır düşünürken. Yani, avını nasıl kovalayacağını planlayabilen etçil, bürgün çıkıp vejetaryen olmaya karar veremez. Hiçbir aslan çıkıp, “bence sürü halinde yaşamayalım, tek tek gezelim” demez. Hiçbir serçe, “artık ben yüzmeyi öğreneceğim, uçmayı bırakacağım” demez. Hiçbir karınca, “toplumsal sınıflar olsun” demez, diyemez. Yaratılışı icabı diyemez.
Yani seçme! İnsana seçiş verilmiş.
Antropolojiye bakınca görürüz ki, insandaki bu sınır konmamışlık, insanı çok geniş bir spektruma, çok geniş bir çeşitlilik yelpazesine yaymış, dağıtmış. Bu yüzden insan diye bir tanım kolayca yapılamıyor. Bir bakıyorsun, istisnası çıkıyor.
Bütün devirlerde insanlar, farklı inanışlara girdiler, seviştiler, savaştılar, barıştılar, ülkeler kurdular ve yıktılar, denenmemiş düşünce, yapılmadık kaç şey kaldı? Nihayet zaman döne yuvarlana şu toplu çıldırışa geldi. Neticede tüm bir küresel insanlık felaketi, dünyanın ömrünü tüketmenin arifesinde, büyük manevi buhranını yaşıyor: Ben kimim? On yılda bir de yeni cevaplar moda oluyor.
İşte bu belalı çağda, bu kaotik düzende, uçakların çocukların tepelerine bombalar yağdırdığı bir dönemde doğduk. Hayat hakkında sorulması icap eden soruları sormamızın engeli, yarış atı yaşamlarımız. Yarı şuurlu koşturmamız ve etrafta uçuşan ve bizi bir türlü tatmin etmeyen yarı mistik cevaplar ile yoğuruluyor, fakat hakikati bulamıyoruz. Boğuluyor, daha da boğuluyoruz.
İçlerinde balık istifi dizilmiş zincirsiz kölelerin bulunduğu yüksek kulelerin dışında bir şeyi göremediğiniz bir sokakta hayal edin kendinizi. Önünüze baksanız üzerinize doğru fışkıran insan sürüleri var. Suratlarında ne bir duygu kırıntısı, ne bir insanlık kokusu var. Herkes kendi sırasına sahip çıkma, mümkünse de öndekinin yerine geçme derdinde yürüyor. Suratınızı görmemek için ilerideki boşluğa dalmış. Sesinizi duymamak için kulağına bir kablo sokuşturmuş. Beklemesi gereken zamanda da elindeki cihaza kafasını sokup transa giriyor. Şayet yukarı bakacak olursanız, yüksek binaların arasından sızan, artık külden ve dumandan görünmez olmuş bir atmosfer göreceksiniz. Yamalı ozon tabakamızı…
Böyle bir hapishane, insana, kendisini unutturmak için tasarlanmış bir illüzyon dünyasıdır. İnsan şayet kendisini fark ederse, muhakeme etmeye başlayacak ve düşünsel yolculuğuna çıkacak. Düşünmeye başlayan insan, insanı aşmaya başlayan insandır ki mevcut sistem nefret eder bundan.

İşte yegane savaş budur.

EMRE TİMUR

Yorumlar