Soğuk Kahve



Arabasındaydı. Cama düşen kar gerisin geriye göğe yükseliyordu. Sıcaktı içerisi. Önünde uzanan ağaçlı yol onu korkutmuyordu. Arabasına güveniyordu.

          Yan koltuktaki termostan bir kahve daha koydu elindeki bardağa. Bardağı taşırmamak için tavandaki lambayı yaktı. Bir bardağa, bir yola bakıyordu. Ayağını gazdan hafifçe çekip yavaşladı kısa bir süreliğine.

          İşini bitirip termosu yerine bıraktı. Tekrar gaza hafifçe dokunup yola baktığında, biriyle göz göze geldiğini düşünmeye vakti olmadan çarptı bir şeye. Aniden frene bastı. Araba kayarak dururken, arka tekerlerin bir şeyin üstünden geçtiğini hissetti. Yıldırım gibi çarpan adrenalin, bacağına dökülen kahvenin acısını ertelemişti. Bacağından yükselen buharı kendi ağzından çıkan buhar zannedecek kadar donup kaldı.

          Bir an için bir şey yaşanmamış gibi düşünmek istedi. Tavandaki lambayı kapatırken, lambayı niye yakmış olduğunu hatırladı ve sonrasındaki olaylar zincirini tekrar yaşadı. Bu zincir boğazında bir düğümlenmeye neden oldu. Düğümü çözmek için bir yudum kahve içmek istediğinde, bacağındaki acı ona merhaba dedi. Arabanın içerisi karanlıktı. Farların aydınlattığı karlı yoldaki ağaçlar artık geriye doğru koşmuyorlardı. Zaman donmuştu.

          Ön camdaki manzarada orada olmaması gereken bir şey gördü, üstelik hareket ediyordu: Kan. Motorun rölantideki sesi kandan çıkıyordu. Nasıl olabilirdi bu? Aklını bu illüzyonlarla iyice kaybetmeden, gerçeğin üstüne gitmeye karar verdi. Hızlıca kapı kolunu çekip arabadan inerken, bir o kadar hızla duraksadı. Arabanın, dolayısıyla modern dünyanın sunduğu “güvenli” alandan çıkıyordu ormana. Burası vahşi dünyaydı artık. Kafasının bu kadar hızlı çalışmasını mantıklıca takip edemediğini düşünüp, kapıyı kapadı arkasından. Yerden bir ses yükseldi kulaklarına, ürkmüştü. Yere baktığında sesin kaynağını gördü: Kara attığı adım. Gülemedi bile. Motorun homurtusu korkutucuydu. Galeriden aldığı ilk günkü gibi şuh değildi artık. Araba bile onu korkutan bir unsur oluvermişti. İlk fırsatta onu doğayla baş başa bırakmıştı bile. İçinden arabaya küfrederken motoru stop etmeyi düşündü, fakat sonrasında gelecek olan sessizlik daha korkutucu olabilirdi. Sessizlikten korkmak. Olmayan bir şeyden korkmak gibi. Kafası iyice allak bullak oldu. Kontrol kendinde değildi sanki.

          Motorun canlıymış gibi çıkardığı ani ses, onu motordan uzaklaştırıp arabanın arkasına itmişti birden. Kırmızı kar. Kan kırmızısı kar. Kanın ve ani homurtunun asıl kaynağı orada öylece yatıyordu. Tekrar göz göze geldi onunla. Gözündeki yaşı gördü. Hayvanlar ağlar mıydı? Hayvanlar acıyla sızlanırlar mıydı? Hayvanlar insanla göz göze gelip böyle iletişim kurabilirler miydi? Hayvanlar gerçekten “hayvan” mıydı?

          Eğildi, geyiğin başını okşayacakken o kafasını geri çekti. “Dokunma bana” der gibi hırladı. Ne diyebilirdi ki hayvana? Nasıl diyebilirdi? Bakmaya devam etti. Yarasını görünce, geyiğin acısını tahmin bile edemediğini anladı. Göğüs kafesi kırılmıştı ve iç organları görünüyordu. Koyu kırmızıydı her şey. Tekrar gözüne baktığında, geyik kendisine bakıldığını anlamış gibi kapalı olan gözlerini açtı. Bu sefer de susan gözlerle “Çok mu kötü?” diye sorar gibiydi. Onunla fazla göz göze gelemediği için tekrar yarılmış göğsüne indirdi gözlerini. İnanılmazdı bu. İlk defa bir kalp görüyordu. Soğuk bir ormanda atan sıcak bir kalp. “Hayvanların kalbi bu kadar yavaş mı atar” diye aklından geçirirken, kalp sessizce durdu. Hemen geyiğin gözlerine baktı, kapanmışlardı; son sözü, ağzındaki zar zor fark edilir bir gülümsemeye bırakarak.

          Orada öylece kalakaldı. Arabanın motoru hiçbir şey olmamış gibi homurdanmaya devam ediyordu. Belki de “Hadi gidelim” diyordu. Arabayı suçlamadı. Ne de olsa onun arabasıydı. Onun bir parçasıydı. Suçlanacak biri varsa kendisiydi. Bir kahve uğruna bir cana kıymıştı.

          Geyiği yolun kenarına almaya karar verdi. Bir hayvanın cenazesini kaldırmak. Tanrı isterse neler yaptırıyordu insanoğluna. Bir araba yapmak. Bir cenaze arabası yapmak. Olabilir miydi? Arabası da buna uygundu. Geyiği alıp başka bir yere götürmek. Olurdu da. Niye götürecekti ve nereye götürecekti? Vazgeçti. Üstelik arabası da kan içinde kalırdı.
En iyisi onu buraya, doğduğu topraklara bırakmaktı. Yolun kenarındaki ağaçların altına sürükledi hayvanı.

          İşinin bittiğini düşünüp arabaya dönecekken, aklına bambaşka bir hayvan geldi. Üstelik sürüyle gezerdi bunlar. Paramparça ederlerdi geyiği. Etrafına bakındı ve küfretti. Sonra aslında kendine küfretmiş olduğunu anladı. Etrafta kurt yoktu. Buna rağmen geyik parçalanmıştı. Suç ortağı da az ötede hala homurdanıyordu. İnsan daha hayvandı. Hayvan, en azından hayatta kalmak için öldürüyordu. Öyle programlanmıştı. Ya biz? Biz kendimiz, programlamıştık kendimizi. Biz hayatta kalmak için değil, lüks hayat için öldürüyorduk etrafımızı. Bunun en iyi ve çirkin kanıtı da ellerindeki ve arabanın camındaki kandı. Kendini affettirmek için geyiği gömmeye karar verdi. Kürek yoktu belki ama, avcı bıçağı vardı en azından, onla kazabilirdi donmuş toprağı. Zor olacaktı, biliyordu. “Avcı bıçağı” mı? Ormana öldürmeye gelmişti zaten; kazara öldürdüğü hayvana acımak ikiyüzlülüktü. “Avcı bıçağı”. Utandı kendinden. İyi ki kimse yoktu etrafta.

          Utancı ona bir şey hatırlattı; hayvanı arabaya koyarsa arabanın kan olacağından korkmuştu demin. Farkında değildi böyle düşündüğünün. Ama yine kendi utancı hatırlatmıştı ona utanılası davranışlarını. Ne biçim düşüncelerdi bunlar. Kendine gelmiş gibi olduğunda toprağı kazarken buldu kendini. Kontrol yine onda değildi. Toprak adeta taşa dönüşmüştü. Avcı bıçağı. İlla ki bir şeyleri delmek, kesmek istiyor gibi kırılmamaya direniyordu. Toprağa her saplanışı ormana ses dalgaları yayıyordu. Bıçağın sesi, motorun sesi, kendi nefesinin sesi ve en sonunda termostan dökülen sıcak kahvenin sesi. Toprağı yumuşatır diye düşünmüş olmalıydı ki gidip almıştı arabadan. Niye bu kadar sinirliydi. Fark etti ki artık bir şeyden de korkmuyordu. Ama şeklini tam çözemediği bir şeye karşı çok öfkeliydi. Uğraştıkça toprak da direniyordu. Sanki toprağın altından o şeklini çözemediği şey çıkacak gibi.

          “Toprağın ne suçu var ki onu bıçaklıyorum” diye geçirdi aklından. İnsan somut bir şeyler yaparken, somut şeyler düşünmemeli miydi? İnsan, sinirini yine doğadan çıkarıyordu. Toprağın da inlediğini, hırladığını duydu. Hatta omzuna dokunduğunu. Hayır, ısırdığını! Elindeki bıçağı hızlı bir refleksle arkasına savurdu. Yüzüne kan fışkırdı. Isırma kesilmiş, hırlama devam ediyordu. Yine kan kırmızısı kar; ve gırtlağı kesik bir kurt. Göz göze geldiklerinde, o da en az kurt kadar sinirliydi. Bir cana daha kıymış olduğunu anladığında dehşete düştü. Tam bir hayvan gibi hissetti kendini. Ama hemen ardından tesellisi göndermişti kendi savunma mekanizması: hayatta kalmak için öldürmüştü kurdu. Siniri gitmiş, yerine, hayatta kalma içgüdüsünün küstah zafer sevinci gelmişti. Kaşları hala çatıktı. Yüzüne bir de gülümseme eklenmişti, geyiğinkinden farklı bir gülümseme. Şeytanın çizdiği bir gülümsemeydi bu. Ondan izin almaksızın yerleştirmişti onun yüzüne. Kurdun son hırıltısını duymadı bile.

          Elinde kan, yüzünde kan, bıçağında kan, dizlerinde kan… Ve kahve. Kalmış mıydı acaba termosta? Umutsuzca baktı. Dibinde birazcık vardı. Sırtını ağaca yasladı. Termos elinde, yere bakıyordu. Bir yudum aldı. Epey soğumuştu. Kafasını kaldırıp bir yudum daha aldığında, gözü ağaçların ve düşen karların arasından kendilerini seyreden yıldızlara takıldı bir süre. Günün başından beri binlerce ağacı geride bırakmıştı, nereden bilebilirdi içlerinden birinin ona böyle bir durumda sırt çıkacağını…. Bir ağaç ona sırt çıkmıştı. Üstelik hala canlıydı. Mobilya olmamıştı. Yakacak odun olmamıştı. Kalem olmamıştı. Okul sırası olmamıştı. Bilgisayar masası olmamıştı. Capcanlıydı. Ve aynen kendisi gibi yaşıyordu, nefes alıyordu. Karbondioksiti alıp, oksijen vererek nefes alıyordu. Aslında doğduğundan beri sırt çıkıyordu bu ağaç ve tanımadığı bir çokları. Böyle düşünürken demin “şeklini tam çözemediği şeye” daha da yaklaştığını hissetti. Şeklini hala tam çözememişti ama kendini ona şu kurt kadar yakın hissediyordu. Şehirdekiler. Ormandakiler. Hangisi daha vahşiydi? Şu arabayı ona veren hayat mı? Kurt saldırdığında, yerinden bile kıpırdamamıştı araba. Nasıl güvenebilirdi ona? Peki ormandakiler? Ne vermişlerdi onlar? “Bütün bunları!” diye heyecanlandı. Bütün bu düşünceleri orman vermişti ona. “Ya da” diye aklından geçirdi, “içimdekileri ortaya çıkardılar”. Toprağın altında da bunlar vardı belli. O yüzden bıçak inatla bu fırsatı değerlendirmek istemişti. Toprağın altındakileri yüzeye, hatta yıldızlara çıkarmak için.

          Artık sakinleşmişti. Kanlar içinden yatan geyik ve kurdun görüntülerine alıştığını bile fark etmeden, elini, yüzünü ve bıçağını karla yıkayıp sayıp sövdüğü “modern hayatın” ona verdiği arabasına bindi. İlk yardım çantasından gazlı bez ve tentürdiyot çıkarıp, omzunu sardı. Motorun homurtusu artmaya başladığında, yol kenarındaki ağaçlar da geride bıraktığı olay yerine doğru yavaşça yürümeye başladılar. Kar bastırmaya başlamıştı.

          O, arabasında güvendeydi. İçerisi de zannettiği kadar soğumamıştı. Kurt ulumaları duyduğunda dikiz aynasından arkaya baktı. Kurtlar hem geyiği hem arkadaşlarını dişliyorlardı. Bu görüntünün, aklına, orada unuttuğu termostan başka bir şey getirmesine izin vermedi. Eli, kendinden bağımsız bir şekilde radyoyu açtı. Çalan müziğe düşen karlar eşlik ediyordu. Şehirdeki yumuşak yatağını düşlemeye başladı. Eve gitmeden önce benzinlikten yiyecek, içecek ve okuyacak bir şeyler alacaktı. Silecekleri çalıştırdığında camda silinen kan lekesini bilerek görmezden geldi.

          Ağaçlar cinayet mahalline doğru hızla koşarlarken şehrin dumanlı silueti yerinden bile kıpırdamadı.

                                                                                                                    DURAN URUÇ 

Yorumlar