Asit Yağmuru


  Kanlı elindeki tuğlayı havayı kaldırdı. Toz bulutları toprak ve kan kokusuyla ağırlaşmıştı. Gözlerinde gürültüyle elektrik mavisi şimşekler fırlıyordu. Yine kanla dolmuş burnundan soluyordu. Bağırmak için ağzını açmasıyla, kırmızıya boyanmış dişleri ve aralarında çıkan çığlık, tuğlayla aynı anda hasımlarının liderinin kafatasını deldi. Tüm çığlıklara ve gürültüye çığlıkların Nirvanası eklenip hepsini susturdu.
Tuğlanın gelişiyle Azrail görülmüştü. Tuğla bu kadar acı vermezdi zira.

  Çoktan eline iki bıçak geçirmişti. Arkadaşları da dahil herkesin gözü onun üstündeydi. Ama o, hiç de katil gibi bakmıyordu. Gözlerinden okuduğu kitapların sayfalarının hışırtıları hafifçe etrafa yayılıyordu. Kafasında çalan albümü ondan başka kimsenin duymadığını biliyordu. Evet… Duymuyorlardı; görüyorlardı. Anlayamazlardı.
  
  Mekanı, kitapların arasında rafa kaldırdı. Zamanın üzerine, diğer kitapların tozundan serpti. Mekanın ve zamanın üzerindeki bu tozun inandırıcı durmadığını, kendisi de bilmekle beraber, hepsinin gözünden okudu. Pekala. İnanmak mı istiyorsunuz?
  
  Yüzündeki hafif, zihin bulandırıcı tebessümle birlikte başını yavaşça öne eğdi. Gözleri kapandı. Radiohead iyice çıldırmıştı. Hazır olmasına rağmen bekledi. Arkadaşları hasımlarıyla birlikte olup, ona hasım olacaklardı. Ya da, hasımları arkadaşlarıyla birlikte olup, onun arkadaşı olacaklardı. İkisi arasında bir fark yoktu. Her iki durumda da aldatılmış olacaktı. Pardon. Zaten aldatıldığını biliyordu. Fakat onlar bilmiyorlardı. İşte nihayet öğreniyorlardı. Gözü kapalıyken duyduğu bu adım ve soluk sesleri, etrafında etten, sadece etten bir kuyu duvarı örüyorlardı. Tebessümü hala yerli yerindeydi. Başı hala öndeydi. Gözleri hala gözkapaklarının ardını seyrediyordu.  

 Herkesin bakışlarının yoğunluğunu gözkapaklarının üzerinde hissediyordu. O ise bu kapakların arkasında hayali sigarasını içiyordu. Sigaranın ateşi gözlerini yaktıkça, öfke gözlerinden dışarı henüz çıkamadığı için, tüm bedenini kaynatıyordu. Kollarındaki ve boynundaki kasları şişiriyordu. Zaman yaklaşıyordu. Sigarasından son bir nefes çekti, içinde tuttu. Herkesin gözünün onun gözkapaklarında olduğunu, aslında çok da önemli olmayan adı gibi biliyordu. Onun, sahneye çıkacağı kapıydı gözleri. İki kapıdan birden çıkacaktı. İki, bir olacaktı.
  İçinde tuttuğu dumanı gözkapaklarının arasından dışarı saldı. Dumanın yavaşlığı zamana hükmetti. Öfkenin ince dumanı gözkapaklarını okşayarak, etrafındakilerin gözbebekleriyle birlikte yükseldi. Bakışları arkasında bırakan sigara dumanı, terden ıslanmış saçlarının arasında kayboldu. Tam bu anda gözkapakları keskin metalik bir ses çıkararak sert bir şekilde açıldı. Tünelin çapı genişledi. İnsan şeklindeki tuğlaların arası bir milimetre açıldı. Bu bir milimetrelik mekan değişikliği sırasında keskin metalik sesin asıl kaynağını anlamışlardı.    
  Adam artık ortada değil, duvarın dibindeydi. Ayakta ve kolları ilerde. Kollarının bittiği yerin altında, kafatasına saplanmış iki bıçağın yardımıyla ayakta sallanan ölmekte olan biri duruyordu. Onlardan biri. Karşısında da, yüzünde hala aynı tebessüm, gözleri kapalı, başı önde bir adam.

  ---

Patronu, karşısında ayakta durup onu fırçalarken, o, yanlış sipariş ettiği numune tuğla elinde, onunla oynuyor, patronunun flu bedenine aşağıdan dik dik bakıyordu. Etrafa bakmamasına rağmen modern bir tasarımın bütün  izlerini taşıyan ofisin içindeki herkesin ona baktığını biliyordu. Patrona değil, ona. Çünkü “patron”, defalarca sessiz sedasız izledikleri bir filmdi. Bu filmin karşısında, şimdi başka bir film başlıyordu. Patron hala kendi filminin ışıklarından, karşısında kopacak olan bu filmi göremiyordu. Halbuki, elinde tuğlayla oynayan bu yeni filmin yapımcısı senaryoyu çoktan yazıp bitirmiş, sadece filmin en vurucu yerinde ne çalacağını düşünüyordu. Galiba bulmuştu. Tuğlayı şimdi aksak bir ritimle sallıyordu. Patron bunu fark etmedi. Hala kelimelerden taşlar fırlatıyordu. Hiçbirinin isabet etmediğinin farkına varamayacak kadar kötü bir nişancıydı.
   
  Elindeki tuğlayı, mouse’un yanına bıraktı. Aynı eli, mouse’a yırtıcı bir kedi gibi ağır ağır yaklaşıp onu tuttu ve müzik mağarasına götürdü. Patron da artık susmuş, onu takip ediyordu. Mağaraya girmeleriyle birlikte, Radiohead duyulmaya başladı.
  
Mouse’u elinden bıraktı. Tuğlayı eline aldı. Başını öne eğdi. Yüzünde bir gülümseme belirdi. Gözleri kapalıydı. Bir yönetmen gibi yönetiyordu etrafındaki tüm oyuncuları. Vurucu sahne mi geldiğinde müzik girmeliydi, yoksa müziğin vurucu yerinde mi vurucu sahne girmeliydi? Bu sorunun cevabını bildiği için bekliyordu.

  Patron, kendisinin de müziği dinlediğini fark etti. Ve olayların buna göre gelişeceğini anladığı anda karşısındakinin çıldırmış olabileceği ihtimalini aklından geçirdi. Onunla gözgöze geldi. Gözlerinden şimşekler çıkıyordu. Birisini daha görür gibi oldu. Suratına yaklaşan tuğladan onun kim olduğunu seçemiyordu. Onun gözlerinden, hayatta göreceği son kişi olduğunu anladı. Anlamadığı şey, karşısındaki çıldırmış adamın buz gibi sırıtan gözlerini de aynı anda nasıl görüyor olduğu idi... Ve yere düşerken niye hala ona bakıyor olduğu... O mu Azrail kılığındaydı, yoksa Azrail mi onun kılığındaydı?
 
 Avuç içindeki tuğla kırıntılarını aynı elinin parmaklarıyla temizleyip, yürümeye başladığında, etrafındaki kuyunun etten duvarında gürültüsüz bir delik açıldı. Delikten geçip, iki kanatlı kapıdan sessizce dışarı çıktı.

---

  O artık yoktu. Şalteri indirmişti.

  Ertesi gün, tüm çalışanlar onun masasının başındaydı. Bu garip manzaraya bir anlam veremiyor, saçmalıyorlardı. Fakat bu sıradışı görüntünün keyfine keyif katmak için, beyinlerine ikide bir sıcak kafein kopyalayıp yapıştırıyorlardı. Koridordan gelen seri ve sert adım seslerini duymadılar bile.

  Elinde dumanı tavan yükselen sigarasıyla, masanın etrafındaki bu etten duvarı yarıp masaya yaklaştı patron. Manzaraya anlamsızca bakakaldı. Monitöre her iki tarafından birer pahalı tükenmez kalem sokulmuştu. Elini monitöre uzattı. Ekrana yapıştırılmış post-iti aldı. Post-it, patronun kafasından daha doluydu; yani boştu.

  Kimseden çıt çıkmıyordu. Fakat bu ölü sessizliğinin içinden monitörün mırıltısı duyuluyordu artık. Patron korkuyla elini mouse’a attı.

  Ekran çıt diye açıldı. Sıcak kafeinler çoktan buz kesilmişti. Aniden, masanın altındaki dev  hoparlörlerden, ejderha gürültüsüne denk bir müzik fırladı.

 Yükselen müzik, ofisin tavanında siyah bir buluta dönüştü.

 İçerdeki modern tasarımlı plastikler, metaller, ahşaplar ve etler keskin seslerle erimeye başladı.

 Azrail, üzerlerine asit yağdırıyordu.
 


              Duran URUÇ

Yorumlar