ASAL




Bir… Üç… Beş… Benden öncekilerin hayata bakışlarını ve ondan alacaklarını alamamalarının verdiği hıncı artık anlıyorum. Bitmeyen arayış ve bulamayışlarındaki düş kırıklarının açtığı yaraları. Artık anlayabiliyorum, kabuk bağlayan yaralarla oynamanın verdiği acıları ve damlayan kanın, kelimelere nasıl dönüştüğünü.
Yedi… On bir… On üç… Karanlık saatlerde, bir çölün ortasından başımı kaldırıp kozmosa bakıyorum. Keşfedilmemiş sonsuzluktaki gezegen ve galâksilerin ortasındayım. Okyanus kıyısındaki yüzme bilmeyen bir çocuk gibi hissediyorum kendimi. Sonsuzluğun kenarında oturmuş, içine asla giremeyeceğimi bilerek üzülüyorum. Sonra, sırt üstü uzanıyorum. Gecenin soğuğu sinmiş kumlara, üşüyorum. Karanlık ve koyu bir sessizlik hüküm sürüyor. Demli bir çay gibi; acı… Ellerimi uzatıyorum bir şeye dokunmak için; dokunamıyorum. Bir tanrıya ya da bir sevgiliye kavuşamamanın verdiği tarifsiz bir keder bulutu gelip çöküyor göğsüme. Asla erişemediğim ve erişemeyeceğim aşklarımın anıları gibi pırıl pırıl yıldızlar. Öylesine güzeller, öylesine cazibeli ve öylesine kışkırtıcı…
Bir hayal kuruyor, bedenimden kurtulup, hayal ettiğim evrene doğru yükselmeye başlıyorum.  Kıpır kıpır içim. Yükselirken son defa aşağıda kum tepelerinin ortasında duran, sırt üstü uzanmış bedenime bakıyorum. Gamsız bir yüz ifadesiyle, gökyüzüne bakıyor. Kendimden ve yeryüzünden uzaklaştıkça içimde ve daha önce hissetmediğim bir korkuyu hissediyorum. İlk defa bungee yapacak, birinin uçurumun kenarından öne doğru kendini bıraktığı anda hissettikleri gibi. Adrenalin ve tutku, ikisi bir arada…
Hiç bu kadar ayrı kalmadığım bedenime üzülüyorum. Çölün ortasında, yalnız, savunmasız,  çaresiz… Yediği onca naneye rağmen, içinden çıkan ben sayesinde yeni doğmuş bir bebek gibi.
Uzaklardan çakalların seslerini duyabiliyorum. İrkilsem de kâinatın çekiciliğine karşı koyamadığımı fark ediyorum. Ölmek de buna benzer bir duygu olmalı. Tüm şefkatiyle kollarını açan sonsuzluğa, bir pervane misali koşmak... Başka bir deyişle, bildiğin delilik...
On yedi… On dokuz… Yirmi üç… O kadar yükseğe çıktıktan sonra sanırım kafayı hepten bozmuş olacağım ki yolda babamla karşılaşıyorum. Öylesine kayıp gidiyoruz; ayrı yönlere göç eden göçmen kuşlar gibi. Hiç istemeden birbirinin hayatına dokunup geçen ve birbirini hiç tanımayan iki yabancı gibi…
Sınırsızlığın güzelliklerini keşfettikçe, heyecan yerini hayranlığa bırakıyor. Yine de sıkıldığımı fark ediyorum. Sonsuzluk bile sıkıcı geldiğine göre diyorum, kelebek misali yaşadığımız bu hayatın kasvetine bir ölçü biriminin bulunmamasına şaşırmamak gerek.
Düşündükçe kararıyorum. Sonsuzluk üzerime geliyor. Düşünmeyi kesiyorum. Belki de geri dönmeli, kenarda durup, var ettiğim her şeyi, tekrar hayal etmeliyim.
Yirmi dokuz… Otuz bir… Kim bilir? Belki daha öncekiler de bu umutsuzluğu anladıkça, O’na ve insanlara, daha da katı, daha da acımasız yazmaya başlamışlardı. Satırlarındaki timsah gözyaşlarıydı her gün kanattıkça, kalemlerine mürekkep olan.
Otuz yedi… Kırk bir… Kırk üç… Bir kelebeğin kozasını örmesi gibi girdim kozamın içine. Günlerden cehennemdi ve kavrulmuş ruhumun sahip olduğu tek şey, yaşadığım dünyanın sefilliğiydi. Mutsuzluk, melânkoli ve bu gibi saçma duygular, içimden birer birer çekilmeye başlıyordu. Her biri giderken ardında kapanması güç yaralar bıraksa da acıyı sek yaşıyordum. Hayat koskoca bir deneydi ve bedenimle olan bağlarımı koparmanın mümkün olmadığını öğrenmiştim artık. Lânetlenmiş insanlık adasına mahkûm bir insan olarak doğmuş ve çürüyen bir bitki gibi yok olmaya mahkûm bırakılmıştım.  En kuvvetli duygum öfkeydi. Kabaran okyanusların karaya vura vura saldığı iyot kokularının ya da kendinden olmayan herkesi dışlayan, dinsel ve ırksal hezeyanların gelgitleriyle gün yüzüne çıkan derin bir öfke. Kimi zaman aziz dostum insomnia ile kimi zamansa sağa sola saçılmış kelimelerle varlığını tadıyordum kaçınılmaz bu duygunun. Böyle anlarda, keskin, sert ve somut bir nesne haline geliyordu düşüncelerim. Yazdıkça kendimi yitiriyor. Her bir saç telimin dibinde, bu öfkenin verdiği elektriksel acıyı hissedebiliyordum. Örümcek misali öfkeden bir ağ örüyordum, tuzağının müşterisi yine kendim olan.
Kırk yedi… Elli üç… Elli dokuz… Hissettiğim öfkenin içimde yarattığı kaosla birlikte büyümeye başladığımı fark edebiliyordum artık. Saçma sapan kurgu bilimler yerlerini önce aşka, sonra terk edilişlere ve sonunda yaşam döngüsündeki en büyük iki sırdan birine bırakıyordu yavaş yavaş: Ölüme…
Atmış bir… Atmış yedi… Yetmiş bir… Ölümün beni ilk yokladığı zamanlardı. Bir fahişenin üzerindeydim. Olmam gereken yerde, olmam gereken zamanda ve olmam gereken kişiyleydim. Göğsümde oluşan ağrının ardından kendimi kaybederken hala o fahişenin koca memelerine uzanmaya çalıştığımı fark etmiştim. Doğarken yaşadığım ritüel, ölürken de yaşanıyordu ve bu beni sadece gülümsetiyordu.
Gözlerimi, bir hastanenin yoğun bakımında, sağıma soluma bağlanmış kablolarla ve etrafımı kuşatan doktorların beni kurtardıklarını sandıkları bakışlarıyla açtım. Her birine ayrı ayrı küfrediyordum içimden. Her şeyi berbat ettikleri için. O çölde hayal ettiğim evrene dönüşümü geciktirdikleri için.
Yetmiş üç… Yetmiş dokuz… Seksen üç… Bir çocuğa elektriğin ona ne denli zarar vereceğini anlatsanız da o çocuk parmaklarını bir prize sokmadan ne olacağını asla anlayamaz. Anladıktan sonraysa yaşadığı bu deneyimi tekrarlamamak için tüm prizlere gereken saygıyı gösterir. Ölüm de böyle bir deneyim olmuştu benim için. Vücudumun en güçlü olduğunu sandığım yerinden yakalayıp silkelemiş ve bir kenara fırlatmıştı. O masum çocuktan tek farkımsa bu deneyimden sonra tanrıya, işini bitirmediği için kızmak oldu.
Seksen dokuz… Doksan yedi… Anlatının sonuna yaklaştığımın bilincindeyim. Geriye benden sadece bir tutam toz kalacak biliyorum. Korkmadığım binlerce şeyin arasına, ölümü de ekledim artık. Kendine yazar olma hevesi ile başladığım bir yolculuğun sonu gibi her şey ya da boşlukta rastladığım ihtiyarla randevu zamanı. Yazıp durduğum masanın kenarında duran bir uzay zaman değiştirici ile birlikteyim şimdi. Çoğu sapiens, bu yaptığıma intihar dese de ben farklı bir kavganın ortasına yelken açmak diyorum. Bir terslik olur da bu mümkün olmasa bile, bu lânetliler adasını terk edip giderken geriye el sallamak isteyeceğim tek bir dakikamın olmaması içimi rahatlatıyor… Giderken, saniye saniye hissetmeliyim geleni. Yavaş ve sancılı olsa bile… Ölümün beni sadece kendimle birleştirip, kendimle bölebileceğini görebiliyorum artık. Geçen hafta siparişini verdiğim Dendrobatidae zehiri ile bulanmış amazon okunu elime alıp okşamaya başlıyorum. Parmağımın ucuna, hızlı ve tereddütsüz bir dokunuş, sivri ve keskin bir acı… Perdeyi açıyorum. Samanyolu ve evren hala oldukları yerdeler… 

Ve nihayet tekim.
           


M. Gökhan ÜVEZ

Yorumlar