Pişmanlık
kelimesinin hakkını verircesine pişmandı. Gözbebekleri, karanlığa rağmen
küçülmüş, burnu, yeni ölmüş bir hayvanın kasları gibi seğiriyordu. Sigarasından
derin bir nefes daha çekerken, onu dudaklarına taşıyan elinin bir jöle gibi istemsizce
titrediğini fark etti.
Elleri…
Aslında
parmakları biçimli ve zarif olsa da bir kadına göre oldukça uzun oldukları
söylenebilirdi. Tırnakları, dudaklarıyla aynı kızıllıkta bir oje tufanından
yeni çıkmış giydiler. Ancak bu gece uzun ince parmaklarının ve kırmızı
ojelerinin dışında, ellerinde bambaşka bir değişiklik vardı:
Kan!
***
Gözleri boşluğu delip, duvarda asılı Dega’nın “Banyodan Sonra” tablosuna saplanmış dururken, parmaklarının arasında, şiddeti hızla artan keskin bir acı hissetti. Sigarasının sonuna geldiğini fark edememiş, bitmekte olan sigara, işaret parmağıyla orta parmağının arasını yakmıştı. Yanan parmaklarına aldırış etmeden sigarayı sakince diğer eline aldı. Süzülerek, odanın öbür ucundaki makyaj masasının üzerinde duran kül tablasına söndürdü. Ardından hiçbir şey olmamış gibi yanan parmaklarına baktı. Kızarmış olmalarına rağmen sadece ince bir sızı hissettiğini fark etti. Usulca yatağının ayakucuna geçip öylece yatağın üzerindekini incelemeye başladı.
Pencereden
giren gümüş renkli ayın naif ışığı bedenini usul usul yokluyordu. Çıplaktı ve
hemen her yerine sıçramış kan izleri loş ışıkta rahatlıkla görülebiliyordu.
Düzgün fiziği dikkat çekecek kadar zarifti. Yaklaşık bir yetmiş beş
boylarındaydı. Uzun, ince boynu zarafetin en uç noktasıydı. Düz kestirdiği sarı
saçları, sırtının yarısına kadar iniyor, ulaştıkları son noktada alaycı bir
dalga barındırıyorlardı. Göğüsleri iri, kalçaları biçimli ve dolgundu.
Saçlarının sona erdiği o noktadan sonra, sessizce kıvrılan bir yılan gibi ince
bir kavis çizen belinin, kalçalarıyla birleştiği yerdeki gamzelerin tam
ortasında kalçalarına doğru hareket eden bir akrep dövmesi vardı. Dövme
sanatçısının hünerli elleri, akrebi sanki az sonra hareketine devam edecek gibi
üç boyutlu resmetmişti.
İçinde
bulunduğu yatak odası ne çok büyük ne de çok küçüktü. Üç katlı evinin teras
katında, bahçeye bakan geniş kanatlı ahşap bir penceresi vardı. Tuvalet masası
ve duvarlarda, masumluğunda doyumsuzluk taşıyan ifadesiyle kendisi ve
arkadaşlarıyla çektirdiği birkaç fotoğrafı ve Dega’nın tablosu duruyordu.
Duvarlar vişne çürüğü renginde olmasına rağmen, özellikle yatağın bulunduğu
taraftaki kısımda, kan izleri kendini belli ediyordu. Yatağın başucunda asılı
tablodaki Kızılderili, isyanlar ama zekâ dolu gülümsemesiyle sanki olanlardan
sadistçe bir zevk alırmış gibi ona bakıyordu.
Yatağın
üzerinden yere uzanmaya gayret eden yatak örtüsünün üzerinde, gecenin sonunu
umduğu gibi tamamlayamamış talihsiz bir adamın cansız bedeni duruyordu. Yatak
örtüsü gibi yere doğru ilerlemeye çalışan bedeninden sızan kan, usul usul
akmaya devam ediyordu. Bedeninin birkaç yerinde oluşan bıçak yaralarına rağmen
asıl darbeyi aldığı boğazının durumu korkunçtu. Soluk borusuna kadar inen derin
bir kesik, ince zincirli bir kolye kadar zarif dursa da ölümünü epey acılı bir
süreç haline getirmişti. Duvarlardaki sıçramış kan izlerinin kaynağı da bu
kesikten sıçrayan kan olmalıydı.
Genç
kadın, odanın duvarlarında yansıyan ışığın renklerinin kırmızı ve maviye
değişmesini fark etmesiyle irkildi. Soğukkanlılığını yitirmeden pencereye kadar
gidip, tül perdenin arkasından aşağıya baktı. Birkaç polis arabası aşağıda
duruyordu. Araçtan inen polislerin, ellerinde silâhlarıyla kapısına doğru
yöneldiklerini gördü ve hayatında ilk defa sükûnetini muhafaza edemedi. “Buraya
kadarmış” diye düşünerek pencereyi açtı ve sıçrayarak pencerenin pervazına
çıktı. Polisler ansızın pencerede beliren bu muhteşem çıplak bedene hayranlık
ve şaşkınlıkla bakakaldılar. Eğitim fakültesi mezunu genç bir polis, her an
devrilip parçalanabilecek bir antik çağ tanrıçasının heykeline karşı ancak
arkeologların hissedebileceği kaygıyla:
“Kadın intihar edecek” diye bağırdı. Kapıya doğru koşan polisler, genç
polisin bağırmasından hemen önce pencerede oluşan hareketlenmeyi sezmiş
olmalılar ki duraksadılar. Bir iki adım geri çekilip, diğer polislerle aynı
noktaya baktıklarında oldukları yerde donakaldılar.
Kadın
tüm bu hareketlenmeyi umarsızca seyrederken, kısacık bir an için geçmişe döndü.
Üvey babasının, dokuz on yaşlarındayken anlattığı meşhur ‘Kurbağayla Akrep’
masalı geldi aklına. Masal, bir derede karşıdan karşıya geçmek isteyen akrebin,
kurbağa çaresizce “Kurbağa kardeş, beni karşıya geçirir misin?” sözleriyle
başlıyordu. Kurbağa, akrebin tekinsiz duruşuna kanıp, başta olmaz dese de
akrebin ısrarı üzerine onu sırtına alıp karşıya geçirmeye çalışmasıyla
sürüyordu. Derenin tam ortasına geldikleri sırada akrep, kuyruğundaki iğnesiyle
ölümcül zehrini kurbağa zerk ediyordu. Kurbağa acı, telaş ve yaklaşan ölümün
şaşkınlığıyla akrebe: “Bunu neden yaptın? Bak şimdi ikimizde öleceğiz” diye
soruyordu. Akrepse ufacık bir pişmanlık duymadan: “Ne yapayım kurbağa kardeş,
benim doğam bu!” diyerek kendini savunuyor ve masal böylece bitiyordu.
Sonrasındaysa üvey babasının akrepliği çıkıyordu ortaya. Kıza istemediği
şeyleri yapıp kuyruğundaki zehri içine boşaltırken o da doğasına sığınıyordu.
Genç
kadın, yıllarca masaldaki kurbağa olup, akrep tarafından defalarca zehirlenmiş
ve kirletilmişti ama kendi masalının sonunda, on altıncı yaşının ikinci gecesi,
sabaha karşı baba suretiyle yatağına gelen bu insansı akrebi en savunmasız
anında öldürmüştü. Üvey babası olacak akrebe cezasını kendi elleriyle vermeyi
başarmıştı.
Ancak
gerçek hayatlar masallardan farklıydı. Polis onu tutuklayıp ıslah evine
göndermiş, çocuk mahkemesince yargılanmıştı. Ardından geçen psikolojik tedavi
süreçlerinde canı daha çok acımış, ıslah evinde geçirdiği süre boyunca,
büyüdüğünde yapacağı şeylerin hayalini kurmaya başlamıştı.
Bir
kere yeryüzündeki bütün akrepler düşmanıydı artık. Dışarı çıktığında, tüm
erkeklerden, intikamını teker teker alacağına dair kendine bir söz verdi.
Özellikle orta yaşın üzerinde, ikinci evliliğini yapan erkekleri seçecekti.
Öyle de oldu.
Gece
kulüpleri ve barlarda gezen zamparalardı kurbanların çoğu. Parmaklarındaki
yüzük izlerinden tanıyordu onları. Hemen hepsi, gece sevişmeyi plânladıkları
genç kızları kolayca kandırabilmek için parmaklarındaki alyansları çıkarıp
saklıyorlardı. Biraz alkol, dans ve flörtün ardından kolayca kurduğu tuzağa
düşüyorlardı.
Evine
getirdiği erkeklerden sağ ya da diri çıkan olmuyordu. Cinayetin ardından cesetleri, ya evinin
bodrumunda oluşturduğu asit havuzunda eritiyor ya da tamamen parçalayıp, kıyma
haline getirerek sokak hayvanlarına veriyordu.
Son
kurbanının cesedini de aynı akıbet bekliyordu ama sirenler ve ışıklar, tüm
plânlarını alt üst etmişti. Yıllar öncesinde, şayet yakalanırsa yapacağı şeyi
düşünmüş ve olası ölümüne kendini hazırlamıştı. Tereddütsüz pencereye çıkması
aslında A plânı değil, böyle bir olasılığa karşı hazırladığı B plânıydı.
Pencereden
olanı biteni kısa süreliğine de olsa seyrederken, maskeli özel bir timin daha
yaklaştığını da gördüğünde, gülümsedi.
“Gelin
bakalım” diye düşündü polislere bakıp. İşte ne olduysa tam o arada oldu. Bir an
ayak bileğinde ince, keskin ve sert bir acı hissetti. Başını, acıyı hissettiği
ayak bileğine çevirdiğine Onu görüp heyecanlandı. Gördüğü şey bir akrepti.
Akrep,
onu ayak bileğinden sokmuş, pencereden usulca kaçıyordu. İrkildi. Acıyla ayak bileğine
eğilip yoklamak isterken dengesini kaybedip, aşağı düştü.
Düşüşü
öyle bir dengesiz ve şiddetli olmuştu ki boynu kırılırken çıkan, iri bir
karpuzun yere düşüp kırılmasına benzeyen sesi, iki yüz metre içindeki herkes
duyabilmişti. Etrafına son bir bakış atmaya fırsatı bile olmamıştı. Bu dünyadan
ayrılırken aklında ve gözlerinde asılı kalan tek şeyse bir akrep olmuştu.
Diğer
polisler koşarak kadının yanına geldiler. Yerde biçimsizce yatan çıplak bedene
bakarken hemen hiç birinin ağzını bıçak açmıyordu. Hemen hepsi kadının
belindeki akrep dövmesini görmüştü. Bir baş komiser polislerden birinden aldığı
ceketi, kadının üzerine örttü. Birkaç yüz metre geride duran ambulansı anons
ediyordu bir başkası.
Ambulans
ve savcıdan önce olay yeri ekipleri yatak odasındaki erkek cesedini
bulduklarında olay çözülecekti. Onlar
gelene kadar ve gittiklerinde dahi, ekiplerin aslında iki terörist yüzünden
orada olduklarını, kadının evine koşan polislerin, aslında basit bir adres
karışıklığı nedeniyle onun evine geldiklerini, yaşanan bu olay yüzünden iki
teröristin fırsattan istifade kaçıp, şehrin en işlek caddesinde vücutlarına
bağladıkları bombaları patlatacağını hiç kimse asla öğrenemeyecekti.
Savcı
gelene kadar geçen sürede eğitim fakültesinden mezun olup, atanamadığı için
işsizlikten bu mesleği seçen genç polis, arkadaşlarına yeni bir şeyler
öğretebilmenin verdiği heyecanla akreplerle ilgili ilginç bir gerçeği
anlatıyordu:
“Çevresi
ateşle sarılı kalan akrepler aslında kendilerini sokmazlar, yaklaşan ateşin
sıcaklığı yüzünden aslında hayvan zaten ölür. Ölürken vücutlarındaki su,
buharlaştığı için bedeni büzüşür ve iğneli kuyruğunu sırtına yaklaşır. Herkes
bunu, akrebin kendisini sokarak intihar etmesine yorumlasa da gerçek, her zaman
görünenin ötesindedir.”
M. Gökhan ÜVEZ
Yorumlar
Yorum Gönder